Kaldırım taşlarına taşan bir mutlulukla
yürüdüğüm yokuşun başında, Selam! Hoş geldin! Diyor biri... Ben ise; ey
sevgisini tüm kalbimle hissettiğim kimse, yüreğime ne “hoş” geldin, diye
tercüme ediyorum söylediklerini...
Hoşluklar boşluklara dönüşmeden evvelki ilk ve son görüşmemiz...
Bacağı küskün bir iskemle kapıp, tak tuk sesleriyle gıcırtılar arası bir ritim tutturmuş
masaya, oturmuş bulunuyoruz. Masa ile sandalyenin uyumuna eğreti kalıyoruz.
Benim kalbimde anlamsız bir mutluluk onun yüzünde sevimli bir tebessüm... Ah o
tebessüm... Sen diyorsun ki aslında, hayatın tüm kıymıkları bana batıyor, artık
canımın acısına inat olsun diye bu yüzümün tebessümü...
Tebessümün öyle
çok şey anlatıyor ki... Senden şiirler dökülüyor ince ince, öyle bir sesin,
öyle meczup bir halin var ki seni duyan hikâyeler utanıyor kurgusundan,
romanlar oturup senin hayatını dinlemek istiyor... İki çay söylüyoruz...
Seninle benim aramda kocaman bir sır gibi olan iki güzel çay. Ve devam
ediyorsun tebessümünden geriye kalanları teker teker anlatmaya... Masada kül
tablası yok, cebimde sigarada yok... Oysa dilinden dökülen her cümleye bir
sigara içip, aldığım dumanı ise içli içli dışarıya savuşturasım var...
Küllükte izmarite yer kalmayana kadar içesim var. İzmaritlerin başını tek tek
ezip tüm kırgınlıkların canı cehenneme demek ve aslında hiç bırakmamak üzere
seni sevmek var...
Gözünü gözüme
dikmiş anlatıyorsun... Uzun uzun anlatıyorsun, dar vakte inat, köhne masanın
gıcırtısına inat, topal bacağının tuttuğu ritimlere inat, elinin altında oynadığın,
zor bela kazınmış "ne sevdik bee!" yazısına inat, uzun uzun
anlatıyorsun. Cümlelerin hatırı kalır diye tüm kelime dağarcığını zorlaya
zorlaya anlatıyorsun... Anladığıma inana inana döküyorsun içini... İçin öyle
güzel ki...
Sıcaklık
yakıyor... Demli çaylarımızı haram etmeye gelmiş bir güneş var tepemizde...
Ellerini nereye koysan içine sinmiyor. Avuçlarının teri çaydan mı? Dünya kaç
bardak çay eder? Sözlerin, anlattıkça biterse nasıl kalkarız buradan diye
içlendiğim sohbetinin dilencisiyim ben. Ama bunu sana asla belli edemem... Demliklerle
getirsinler çayı, içimin yangısı, güneşin sıcağı demeden bütün demli çayları
içeceğim. Sözün bittiği yerde “daha çay var nereye” deyip o tabureye ve de
devamı olmayan bir vaktin dakikalarına seni hapsedeceğim.
Gözlerin tertemiz. Sana bu kadar güzel bakmayı kimin öğrettiğini
düşünüyorum hala… Söyleyemediğim cümleler kaldı senden sonraya. Sen daha çok
anlat diye susturduğum birkaç cümle var cebimde… Onları alıp bir vakit kapına
dayanmak isterdim. Bendeki günü dolan her cümleyi kapına bırakmak isterdim…
Ter içinde kalan ellerini sıcağın baskısından kurtaramıyorsun. Habire
katlayıp durduğun peçetenin hayrı dokunmuyor bu derde. Aynı peçeteye oturduğundan
beri eziyet ediyorsun. Ben cebimdeki cümlelerle sen ise elindeki peçeteyle cedelleşiyorsun…
Korkuyorsun gelecekten, kırılmaktan, incinmekten… Haklısında… Bu dünya iyilere
göre değil. Naifliğinden vuruyorlar seni, ötelemek, örselemek için var sanki
geriye kalan herkes. Anlattığın bütün kötülere inat güzel yaşamak… O derin
nefesin ardından diyecek hiçbir şey bırakmıyorsun kimseye. Bir derin ah’ın
içerde ne geniş bir yeri var senden öğreniyorum. Son cümlenin nefesi tıkanıyor
boğazımıza… Bir çırpıda eğilip masanın bacağına iliştiriyorsun elindeki
peçeteyi… Gıcırtılar kesiliyor… Masayı tamam kılmanın memnuniyeti var yüzünde
bende ise kocaman bir yarım kalmışlık hissi… Ben gidiyorum diyorsun bakmadan
yüzüme… Daha çay bitmedi diyorum ardından kısık bir sesle…
***
~Sözde Yazar~
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder